kendi yolculuğumdan öğrendiklerim-1

kendi yolculuğumdan öğrendiklerim-1

Alışverişe çıktığımda sık sık aynı manzarayla karşılaşıyorum. Birbirinin kopyası gibi duran kıyafetler… Sadece rengi oynanmış, dokusu biraz değiştirilmiş. Ama özünde hep aynı kalıplar, aynı alışkanlıklar. Diyen nice arkadaşlarım var sessizce dinlediğim…

Al benden de o kadar ben de öyleydim…

Siyahın Sessizliği

Siyah bana hep güvenlik hissi verirdi. Yanlış yapma ihtimalim azalırdı. Çünkü siyah, insanın üstünde bir yokluk gibi durur ya… Ne kadar varsan, o kadar da saklısındır içinde. Beni görünmez kılıyordu. Bir yandan da şıklık sağlıyordu tabii. Öyle gösterişsiz, iddiasız bir şıklık. Hani “ben buradayım” demiyor ama “yanlış da değilim” diyordu. Davetkâr hiç değildi. Daha çok, “ben geldim ama çok da kalmayacağım” diyen bir misafir gibiydi üzerimde.

Yıllarca hep aynı markaların, aynı kalıpların, aynı siyahın içine sıkışıp kaldım. Kendi kendime üniforma icat ettim, sonra da onu giymeye mecbur ettim kendimi. Halbuki derinlerde bir yerde, parlamak isteyen bir ben vardı. Bir ışığım… Ama işte, siyah benim ışığımı saklamanın en kolay yolu olmuştu.

İtiraf edeyim: Siyah, benim bahanemdi. Hem koruyordu, hem de kısıtlıyordu beni. Yani bir konfor alanıydı, evet, ama biraz da kaçıştı. Çünkü parlamak cesaret ister. Oysa ben cesaretimi askıya alıp, her sabah dolaptan aynı renge uzandım.

Ve şimdi biliyorum: Siyah bana güven verdi ama beni eksik bıraktı. Çünkü insan, kendi ışığını saklayarak tam olamıyor.

Çünkü kıyafetler, aslında ruhumuzun sessiz dili. Biz farkında olmasak da iç dünyamızın en çıplak yansımaları. Ve siyaha bu kadar tutunmamız, çoğu zaman kendimizi göstermeye, varlığımızı cesurca ortaya koymaya duyduğumuz tereddütlerden kaynaklanıyor.

Farklı Olma Cesareti

Moda, tarih boyunca yalnızca bir örtünme biçimi değildi. Aslında hep bir hikâye anlatma, dünyaya “ben buyum” deme yoluydu. Ama bugün, hızla tüketilen bir çağın içinde, kıyafetler de ruhunu kaybetti. Raflardan hızla tükenen, kimseye ait olmayan, kalpsiz parçalar… Dokununca soğuk, giyince sessiz…

Benim yolculuğum tam da burada başladı. İstanbul’un kalbinde, Boğaz’ın kıyısında, yüzyıllık taşların arasında, eski eşyaların tozuna bulanmış ellerimle… O dünyanın en pahalı depolarında, kimsenin görmek istemediği yıpranmış parçaların arasında dolaşırken, bazen başımı kaldırdım. Ve işte orada… Karşımda, Boğaz’ın büyülü renkleri.

O renkler… Gözlerini kamaştırmaz, ruhunu sarar. Seni, yorgunluğun içinden ışığa çağırır. Bütün çıkmazlarını unutturur. Ve ben, o renklerin, o dokuların, o ışığın içinde anladım ki: Doğa, bize ilhamını sonsuzca sunuyor. Her yaprakta, her taşta, her dalgada başka bir hikâye var.

Ve ben yıllar sonra sordum kendime:
Neden biz de bedenimizi bu çeşitlilikle beslemeyelim?
Neden ışığımızı, doğanın armağan ettiği renklerle büyütmeyelim?

Biraz da, kimse dönüp “o bluz bende de var” demesin diye 🙂

Çünkü belki de en çok buna ihtiyacımız var: Üstümüzde taşıdığımız parçaların bize hatırlatmasına…
“Sen eşsizsin. Tıpkı doğa gibi.”

Özgünlüğün Onuru

Her beden eşsizdir. Her ruh biriciktir.
Ama biz, çoğu zaman o biricikliğimizi saklamayı seçeriz. Aynı renklerin içinde kayboluruz. Sıradanlığın içine sıkışırız. Oysa bu, bedenimize yapılacak en büyük haksızlık.

Beden dediğin, ruhun evi… Ona kıymet vermek gerek. Onu onurlandırmak gerek. Nasıl mı? Kendine ait tasarımlar bulmakla… Kendine ait renkler seçmekle… Çünkü başkasının üstünde güzel duran değil, senin üstünde sen gibi duran, işte asıl kıymetli olan o.

Benim için her tasarım, sadece bir kıyafet değildir. Her tasarım, özgünlüğün kutlamasıdır. Doğanın renklerini taşır, insan ruhunun çeşitliliğini fısıldar. Bir denizin mavisi, bir yaprağın yeşili, bir gün batımının ateşi… Hepsi, bize ait olana, içimizdeki o biricik ruha selam gönderir.

Çünkü farklı olmak, korkutmaz. Farklı olmak, özgürleştirir.
Ve insan, en çok da özgürken güzeldir.

 

Bloga dön

Yorum yapın